NECİP FAZIL VE KOP DAĞINDAKİ DÜKKÂNI
Necip Fazıl, Hikâye ve Tahlillerini, Kop Dağında Bir Dükkân adlı güzel olduğu kadar doğru bir san’at mülâhazasiyle bitiriyor.
Kop Dağında bir dükkân açmak, güzel’in peşinde koşanların en tabiî ve meşru arzusudur. Doğrusunu isterseniz, bu dükkân on seneden beri açıktır ve oldukça geniş bir müşteri kafilesine nadir emtiasını dağıtıyor.
Ben, o dükkânın ilk ve devamlı alıcılarından biriyim. Örümcek Ağı’nın titiz örgüsünü orada buldum, Kaldırımlar’ın yalnızlığını orada tanıdım. Fener, Gözler, Otel Odaları, Sayıklama, Geçen Dakikalarım… Bütün bu acının yenilmez arzu ve tutulmaz vehim usarelerinden süzülmüş emsâlsiz ve bahasız içkiler, hep oradan, yirmi yaşında genç bir adamın bundan on sene evvel, Kop Dağı’nın bir dönemecinde –üstünde fırtınalar didişen ve ayağının ucunda uçurumların baş döndürücü dâveti işitilen ücra bir köşesinde– açtığı dükkândan geldi.
Fakat ne yalan söyleyeyim, ben bu dükkânda çok nadir şeylerin daha fevkinde bir lezzet buldum: Satıcının kendisi. Onun için beraberimde götürdüğüm ganimetlerden ziyade, tezgâh başında yaptığımız sohbetleri hatırlıyorum.
İnsan, eserinin fevkine çıkmadıktan ve bir gün, hayatının istediği bir gününde onu fırlatıp atmak kudretini kendinde bulmadıktan sonra niçin yazmalı? Boş rakam kalabalığının üstüne çıkabilmek, ancak bu cins adamların hakkıdır. Ben ve Ötesi şairinde bir ruh kudreti vardır.
O, en zalim bir rüyayı bile sonuna götürmeden uyanmasını istemez. Fakat en cazibini bile üç defa üstüste görmeğe razı değildir.
Birkaç defa düşündüm; her hayat dâvetinin önünde, yelesi taze ve keskin bir bahar kokusu ile kabarmış bir küheylân gibi, burun delikleri açılıp kapanarak şahlanan bu genç adam, kendisini şiirin dar nizamına sokmamış olsaydı, acaba ne olurdu? Belki, zaferini terennüm eden tunç boruların akislerini ufkun dört köşesinden üstümüze bir altın yağmuru halinde yağdıran bir kahraman, belki köksüz bir adam, belki de daha büyük bir ihtimalle sadece bir deli.
Kaç defa bu ikinci ihtimalin korkunç gölgesini onun başı üstünde, avını arayan bir kartal gibi daireler çizerken gördüm ve onun süzülüp inmek üzere olduğunu ve biraz sonra siyah çelik gagasının ucunda acaip parıltılı bir elmasla boşluklarda kaybolacağını düşünerek, gözlerimi kapadım. Fakat hayır, hiçbirinde bu tehlike ciddî değildi.
O bu anda, sadece bir ihtimalin son haddini zorluyordu.
Bazı insanlar, ara sıra ayaklarını imkânsızın denizinde yıkadıkları içindir ki, zaman zaman başları bulutlarla çarpışır.
Eserinden bahsetmiyorum. İlâhî kıvılcımın içlerinde tutuştuğunu hisseden gençler onu okusunlar. İyi şeyler, ancak iyi şeylerden doğar.
Ahmet Hamdi TANPINAR
VARLIK, nr. 1, 13 Temmuz 1933
«TOHUM» VE ANADOLU
Necip Fazıl’ın «Tohum» adlı harikasını gördükten sonra eserin felsefesi ve temsili hakkındaki fikirlerimi Tan gazetesinde yazmıştım. İçinde bir kâinat vizyonunun bütün unsurlarını taşıyan büyük kategoride piyesler, her sınıf düşünceyi ayrı ayrı mihraklarda harekete getirmek kabiliyetinde oldukları için Tohum’u bir başka tarafından anlamaya çalışmak istiyorum.
Necib’in eserinde Millî Mücadele sadece mazlum bir milletin emperyalizme karşı ayaklanması ve Anadolu, sadece bir istihsal perspektifi içinde mütalâa edilecek alelâde bir toprak yığını, ruhsuz ve şapşal bir tabiat parçası değildir. Zekâyı maddeden kaidesi üstüne kaskatı bir idrak cihazı gibi oturtan materyalist görüşü parçalayarak bu maddenin dibini ve ruhunu eşeleyen Necip Fazıl, silâhın silâha değil kendi muhtevasını seferber etmiş bir kahraman ruhunun bütün bir kavga endüstrisine karşı çıkarak onu nasıl mağlûp ve kepaze ettiğini göstermek suretiyle ruhun topa tüfeğe, gizlinin açığa, sırrın bedâhete, namerinin meriye, kavranmıyan yakalanmayan mahiyetin, tutulan ve dar bir idrakte zincire vurulan sathî realiteye galebesini ilân, telkin ve ispat etmiş oluyor. Bu yepyeni idealist görüşle Anadolu bir seyyah fotoğrafçının filme çektiği standardize bir dere, tepe, yayla, toprak manzarası değildir. Basit ve geçici gözün gördüğü Anadolunun altında bir de görünmeyen, hakikî Anadolu vardır. Bakınız işte, üçüncü perdede Anadolunun ezelî ifadesi, kaval, size uzaklardan bu görünmeyen Anadolunun içini söylüyor. Bu sesin mantığı materyalist mantık mıdır? Bu sesin içindeki mânanın riyaziyesini tâyin etmek kabil midir? Hayır… Bu içeri plân, çizgi, fotoğraf, dar bakışa sığmaz. Fakat Necib’in piyesinde içinden dağlar geçen göz deliğinden, içinden deve geçen iğne deliğinden daha küçük bir cevhere, Tohumun cevherine bütün bir kâinat sığar. Anadoluyu anlamak, mevzuu anlamaktır. Nitekim her şeyi anlamak da yine Tohumun beşerce mümkün olabilecek en geniş idrakine varmak demektir.
Peyami SAFA
Hafta Mecmuası, sayı: 4 – 1985
NECİP FAZIL VE PİYESİ
İnsan ruhunun derinliklerinde çağlayan suların gizli şırıltısını bize kadar getirip ebedileştirilmenin sırrını bilen Necip Fazıl, bir eli Yunus Emre’nin yakasında, bir elinde de Baudelaire estetiğinin meşalesi, bir mistik olduğu kadar da modern şairimiz, kuş uçmaz, kervan geçmez «Kaldırımlar»dan harikulâdeye susamış milyonlarca bakışın göz kamaştıracak kadar aydınlattığı sahneye atladı. «Tohum», piyesini yazdı.
Tiyatronun san’atkârı halkla burun buruna denilecek kadar temasa getiren bir san’at şubesi olduğu ve sanatkârın da şahsiyetinin etrafında bir mahşer kalabalığı bir ayin şenliği görmek arzusiyle için için yandığı, düşünülecek olursa, şair olsun, romancı ve hikâyeci olsun, her çeşit yazıcının tiyatroya karşı duyduğu zaafı, kabuğu soyulan bir muz gibi, kendiliğinden bütün mahremiyetiyle ortaya çıkar…
Halbuki Necip Fazıl, kemiyetçe mahdut, fakat keyfiyetçe namütenahi, seçkin bir okuyucu halkasının aydınlık ve şuurlu hayranlığını, güzeli çirkinden ayırt edip edemediği meşkük bir kalabalığın müphem ve hayat kadar fani alkışlarına tercih eden, beğenilmek, sevilmek hususunda da eserin inşasında gösterdiği titizliği gösteren nâdir sanatkârlardandır.
Edebiyatımızın bulutlu göklerine bir kavsi kuzah çizen bu anlayış, hakikatte, Necip Fazıl için, Necip Fazıl’ın tefekkür dünyası için ne zamandan beri olgunlaşaolgunlaşa dallarını kıracak bir raddeye gelen meyvelerin çatlayıp düşmesi kadar tabii ve derunî bir zaruretti; zira «Tohum» Eflatun’dan Bergson’a kadar insanlığın yüzyıllardır yetiştirdiği bütün büyük kafaların uykusunu kaçırmış olan bir meseleyi, ruh ve madde münakaşasını diriltmekte, Necip Fazıl’ın bütün estetiği ise özün kabuğa, ruhun maddeye üstünlüğü prensibine dayanmaktadır.
Necip Fazıl, şiirin «kelimeler arasındaki esrarengiz izdivaçlardan doğduğuna inanan» cins şairlerdendir. Bunun için «Ben ve Ötesi»nde, fikirlerini bize yalnız nağme ve lezzet halinde veren, şiirin büyüsü bozulur endişesiyle –pek haklı olarak– tefekkür dünyasını bulutlar ve sular arkasında gizlemeye mecbur kalan şair, Tohum’u yazmakla şiirin intizam ve güzellikten ibâret olan ülkesini muvakkat bir müddet için terkederek nesrin hudutları içine girmiş, bulutları ve sesleri dağıtarak sonsuzluk bahçesini kapısını ardına kadar açmış oluyor. «Tohum» «Ben ve Ötesi» şairinin bugünkü edebiyatımızın temel taşlarından biri olduğunu kabul etmekle tereddüde düşenleri bu yersiz tereddütlerinden kurtaracaktır, sanıyorum.
Cahit Sıtkı TARANCI
Kurun Gazetesi; 4.11.1935